24 Kasım 2013 Pazar

Mordi'nin Direksiyonu


hazandagüzeldir
24 Kasım '13

Mordi'nin Direksiyonu

Mordi'nin Direksiyonu
Hasköy'deki bir kilisenin duvarı

Bundan 30, 35 yıl kadar önceydi. Üniversitede öğrenciydim. Ablam o zamanlar; Haliç kıyısında,Hasköy’de oturuyordu. Arada bir; Yenikapı’dan ona gider, kirli çamaşırlarımı yıkanmışlarla değiştirir, hasret kaldığım ev yemeklerinden doya doya yer, sonra yine bekâr hayatıma geri dönerdim. O zamanlar Haliç böyle mavi ve temiz, Hasköy de şimdiki gibi güzel, bakımlı, büyük parkların, spor ve kültür merkezlerinin, müzelerin, Safiye Sultan gibi mekânların, marinaların olduğu bir yer değildi.
Tersanelerin, atölyelerin, torna tezgâhlarının, salaş meyhanelerin, kömür dumanının hiç eksik olmadığı dökümhanelerle, haliç kokan izbe sokakların olduğu bir semtti. Her yerinden yoksulluk akardı. Şimdiki büyük parkların yerinde o zamanlar tek katlı gecekondular, bahçe içinde, yan yana dizilmiş küçük evlerle birkaç tane de kilise vardı.

Kıyıda; o zamanlar sadece Haliç’te çalışan küçük şehir hatları vapurunun yanaştığı ahşap bir iskele vardı. Vapurdan inen yolcuları, iki yanında kahvehane, dükkân ve meyhanelerin sıralandığı Arnavut kaldırımlı, dar bir sokak karşılardı. Sokağın sol yanında, adını şimdi bile hatırladığım eski bir eczane vardı… Yonca Eczanesi! Ama ondan bahsedenler Yonca eczanesi demez, Haşim beyin eczanesi derlerdi.

Yonca eczanesine, kahverengi boyası çoktan dökülmüş çift kanatlı tahta bir kapıdan girilirdi. Yerler, üstünde yürürken tok sesler çıkaran tahtayla döşeliydi. Orta yerde; bir mermer altlığın üstünde, yaz kış yerinden hiç kaldırılmayan ve kapağında Şakir Zümre yazılı büyük bir kömür sobası vardı. İki yanda, üstü cam kaplı uzun birer tezgâhla, dipteki arka odayı gizleyen eski, yer yer yırtılmış bir paravana vardı. Eczanenin duvarlarını boydan boya koyu kahverengine boyanmış raflar süslerdi. Camlarında kalın kırmızı harflerle, zehirli, çok zehirli türünden yazılar ve kurukafa resimlerinin olduğu raflarda; içi ilaç dolu çeşit çeşit, renk renk, boy boy şişeler diziliydi.

Haşim Bey yalnız eczacı değil, aynı zamanda yoksul ve kimsesizlerin doktoruydu. Bebesi hastalanan kadınlar, doktora verecek parası olmayan garibanlar hastalanınca Haşim bey’e giderdi. Kadınlar yavaş ve ürkek bir sesle çocuklarının hastalıklarını anlatır, sonra sessizce Haşim beyin hazırlayıp vereceği ilacı beklerdi. Haşim Bey anlatılanları can kulağı ile dinledikten sonra yerinden kalkar, tezgâhın arkasına geçerdi. Çeşitli etiketler yapıştırılmış büyük şişelerden pipetle çektiği ilaçları küçük şişelere doldurur, bazen tartar, bazen karıştırır, sonra damlalıklı şişelere koyduğu ilacı hastaya verirken nasıl kullanılacağını sıkı sıkıya tembihlerdi. İlginç bir adamdı Haşim Bey! Başka eczacılara hiç benzemeyen biriydi… Çok iyi hatırlıyorum. Kısa boylu, kır saçlı, alçak sesle konuşan, dalgın bakışlı bir adamdı. Yoldan geçerken görürdüm, çoğu zaman yuvarlak camlı gözlüğü ve beyaz önlüğü ile tezgâhın yanında oturur, gazetesini okurdu. Çoğu kimseden ilaç parası almazdı. Üstüne para verdiği bile olurdu.

Kimse Yonca eczanesinde yüksek sesle konuşamazdı! Haşim Bey; her nedense, yüksek sesle konuşanlara asla tahammül edemez, sinirlenir, hatta kovardı eczaneden! Bir defasında 2 yaşındaki yeğenim aniden hastalanmış, alelacele Haşim beye götürmüştük ablamla. Ablam daha evden çıkarken, uyarmıştı beni bu yüzden…

Haşim beyin kim olduğunu ya da nereli olduğunu doğru dürüst bilen hiç kimse yoktu. Çok ilgimi çeken biriydi. Hasköy’ün yerlisi değildi. Söylendiğine göre, eskiden büyük bir hastanede çok iyi bir doktormuş. Bir gün, yanlışlıkla bir hastasının ölümüne sebep olmuş, sonra bunalıma girmiş ve hayata küsmüştü. Doktorluğu bırakmış evine çekilmişti. Yonca eczanesinin sahibi onun çok eski bir arkadaşıydı. Önceleri vakit geçirmek için geldiği bu eczane, daha sonra sahibi ölünce Haşim beye kalmıştı. O günden sonra ömrünü yoksul insanlara yardım etmeye adamıştı. Büyük küçük herkes Haşim beyi sayar, severdi. Her sabah ilk vapurla Çengelköy’deki evinden Hasköy’e gelir, akşam son vapurla geri dönerdi.

Bir gün, 16 yaşında çok yakışıklı, genç bir çocuk getirdiler Haşim beye. İflas edip yoksul düşmüş bir ailenin tek çocuğuydu. Adı Mordehay’dı. Sevdiği kızı zengin bir adamın oğluna vermişlerdi. Güzel bir arabası vardı damadın. Düğün günü, gelin arabası tam önünden geçerken, dayanamayıp kendisini arabanın önüne atmaya kalkışmıştı Mordehay. Bir haftadır, yemiyor, içmiyor, eve girmiyordu. Tek katlı evin çatısız damındaki küçük kömürlükte oturuyor, kimseyle konuşmuyordu. Karasevdaya tutulmuştu. Haşim Bey, belki de hayatında ilk defa ilacını bilmediği bir olayla karşılaşmıştı. Çok üzüldü. Çocuğun annesine, bu hastalık için kendisinin bildiği bir ilacın olmadığını, onu Bakırköy’deki hastaneye götürmelerini, aradıkları dermanı ancak orada bulabileceklerini söyledi. Sonra kimseye sezdirmeden çekmecedeki bütün parayı avuçlayıp, kadının rengi çoktan solmuş eski mantosunun cebine sıkıştırıverdi.

O gün eve dönünce, çocuk yine çatıdaki kömürlüğe kapandı. Konuşmadı. Annesinin getirdiği yemeklere elini sürmedi. Annesi umutluydu ama. Hele bir yarın olsundu... Haşim beyin verdiği para ile oğlunu Bakırköy’e götürecek, en iyi doktorlara gösterecekti. Sonra da, neye mal olursa olsun, yakışıklı oğlunu güzel bir kızla evlendirecekti. Gerekirse kapıcılık yapacak, evlere, fabrikalara temizliğe, çamaşıra gidecekti. Her işi, her şeyi yapacaktı. Bu hayallerini tersanede işçi olan kocasına anlatıp durdu bütün gece. Fabrikaları dolaşıp iş arayacaktı yarın hastaneden dönünce.

Sonra iki odalı küçük evin, holde yanan tek lambasını söndürüp yatağa girdiler. Kadın, gelecek güzel günlerin hayalini kurup durdu yattığı yerde. Oğluna çok güzel bir düğün yapacaktı. Gelin arabası mutlaka kırmızı bir otomobil olmalıydı. Mordehay’a ancak öylesi yakışırdı! Bir an, siyah dalgalı saçları, biçimli kaşları, dalgınmış gibi bakan siyah gözleri, beyaz tenli yüzüyle otomobilin arka koltuğunda, gelinin yanında gururla oturan Mordehay’ı görür gibi oldu. Birden içini incecik bir sızı kapladı. Gelinle Mordehay birbirlerine nasıl da yakışmışlardı!

Yan tarafta Oyal çikolata fabrikası vardı. Sahibi, fabrikaya kırmızı renkli bir otomobille gelip giderdi. Çok iyi biriydi. Her bayramda yoksul mahalleliye şeker, çocuklara da çikolata dağıtırdı. Oğlunun düğününde, gidip kırmızı otomobilini isteyecekti ondan. Gelin arabası yapacaktı. Hatırını kırmaz arabasını verirdi, hiç kuşkusu yoktu bundan.

O gece, bu hayallerle uyuyakaldı kadın. Sabah güneş henüz doğmuştu ki, garip bir motor sesiyle uyandı. Motor sesine arada sırada korna sesi karışıyor, sonra sanki yokuş yukarı çıkan bir kamyonun şanzımanından çıkan gıcırtılı sesler, ardından tekrar o tuhaf motorun gürültüsü geliyordu.
Garip olan bir şey vardı ama! Araba sesleri yoldan değil, evin üstünden, çatıdan geliyordu!

Kadın sarsarak kocasını uyandırdı. Çabucak çatıya çıktılar. Kömürlüğün kapısını korkarak açtılar.
Motor ve korna seslerini çıkaran Mordehay’dı.

Kadın bir an gördüklerine inanamadı. Çocuk, kollarıyla hayali bir arabayı kullanıyormuş gibi hareketler yapıyor, bir arabadan çıkan bütün sesleri taklit ediyordu. Annesi önce oğlunun şaka yaptığını sandı. Sonra acı gerçeği anladı. Korkunç bir feryat kopardı. Dizlerinin bağı çözüldü, kömürlüğün önünde yığıldı kaldı. Zavallı kadının çığlığını işiten komşuları yardıma koştular. Kadıncağızı eve indirip yatağa yatırdılar. Komşular toplanmış, hayretler içinde, içleri acıyarak zavallı Mordehay’a bakıyordu.

O gün, karşıdaki atölyenin sahibi Vartan beyin şoförü, arabayla onları Bakırköy’e götürdü. Bir ay sonra eve döndüklerinde verilen ilaçlarla uyuşmuş, bitap düşmüş bir haldeydi Mordehay. Kollarına girip eve soktular. Gece her zamanki eski yatağında yattı. Artık yiyip içiyordu. Ama hiç kimseyle konuşmuyordu. Her yemekten sonra annesinin verdiği ilaçları içiyor, sonra tekrar yatağa girip saatlerce uyuyordu.

On gün kadar sonraydı.

Mordehay, bir gece yarısı, herkes uyuduktan sonra sessizce kalkıp giyindi. Gizlice evden çıktı. Bahçenin bir köşesinde duran eski paslı levyeyi aldı, arka sokaktaki otomobil tamirhanesine gitti. Epey uğraştıktan sonra salaş kepengin kilidini kırdı. İçeriye girdi. Karanlığa alışkın gözleriyle etrafı araştırdı. Sonunda aradığı şeyi hurda parçaların atıldığı bir köşede buldu. Sapasağlamdı! Bir hazine bulmuşçasına özenle eline aldı. Kenardaki tezgâhın üstündeki mazotlu üstüpüyle üstüne bulaşan motor yağlarını özenle temizledi. Göbeğini, bakalit kısmını bir güzel silip parlattı. Kirli pencere camlarından içeriye vuran sokak lambasının solgun ışığında eserini uzun uzun seyretti. Tam hayalindeki gibiydi. Sonunda olmuştu işte! Çok beğenmişti! Derin bir nefes aldı. Tamirhanenin benzin ve motor yağı kokan havasını doya doya içine çekti. Sonra hiçbir şeye elini sürmeden tamirhaneden çıktı. Eve gitti. Sessizce içeri süzüldü. Elindekini dikkatlice karyolanın yanına, duvara dayadı. Soyundu. Yatağa girdi. Aylardan sonra ilk defa huzur içinde derin bir uykuya daldı.

Sabah işe gelen tamirhanenin sahibi, kepengi açık, kilidi kırılmış bulunca soyulduğunu sandı. Tamir için bekleyen arabalar çalınmamıştı nedense. Ama ya para! Korkuyla dipteki yazıhane kısmına koştu. Eli titreyerek masanın üst çekmecesini açtı. Dün akşam paydostan sonra bıraktığı paralar yerinde duruyordu. Merakla etrafı kontrol etti. Her şey; takımlar, aletler, krikolar, şalomeler, raspa ve boya malzemeleri, oksijen tüpleri… her şey, bütün malzemeler yerli yerindeydi. Neyin çalınmış olduğunu anlayamamıştı bir türlü.
Sonra, işe gelen ilk işçiyi karakola, soygunu haber vermeye gönderdi. Gelen polisler, yerde duran levye ile kilidi üstünde parmak izi aramak için aldılar. Onlar tutanağı yazmakla uğraşırken yan köşeden bir motor sesi duyuldu. Ses yavaş yavaş yaklaştı, yaklaştı, yaklaştı, sonra köşeyi döndü. Tamir için bir arabanın geldiğini sananlar gözlerine inanamadılar. Gelen, komşularının genç ve yakışıklı oğluydu. İki eliyle bir otomobil direksiyonunu kavramış, hayali bir arabayı sürerek geliyordu!

Mordehay, kimseye aldırmadan, korna çalarak tamirhaneden içeriye girdi. Manevra yaparak arabasını kanaldaki arabanın yanına park etti. Vitesi boşa aldı. El frenini çekti. Kontak anahtarını kapattı. Motor sarsılarak durdu. Mordehay bir müddet öylece kaldı... Dalgın dalgın, imrenerek karşı duvardaki tabloya bakıyordu. Sarı saçlı, büyük göğüslü, gömleğinin üst düğmelerini çözmüş, çıplak uzun bacaklı, dolgun kırmızı boyalı dudaklarıyla çok güzel bir kadın; üstü açık spor bir otomobile yaslanmış, davetkâr bakışlarla Mordehay’a bakıyordu.
Mordehay sağ eliyle hayali arabasının dikiz aynasını düzeltip yüzüne baktı. Parmaklarıyla dağınık dalgalı saçlarını geriye doğru taradı. Duvardaki kadına çapkınca gülümsedi… Sonra bıçkın bir edayla, gözünü tablodaki kadından ayırmadan, eliyle vites kolunun boşta olup olmadığını kontrol etti. Kontak anahtarını çevirdi. Önce marş dinamosundan ince bir vınlama sesi geldi. Sağ ayağının ucuyla pedalı adeta okşayarak gaz verdiği motor önce bir iki defa tekledi, sonra birden çalıştı. Vitesi geriye takarken debriyajdan kulak tırmalayan mekanik bir ses yükseldi. Sağ omzundan arkaya bakarak, yavaşça kapıya kadar geri geri gitti, dikkatlice sol yapıp sokağa çıktı.

Tamirhanedekiler donup kalmıştı! Kimseden çıt çıkmıyordu. Mordehay onların şaşkın bakışları altında, vitesi bire aldı. Sol ayağını debriyaj pedalından dikkatlice çekerken gaz pedalına nazikçe basıp hareket etti. Bir kaç metre sonra ara gazı vermeyi ihmal etmeden vitesi ikiye taktı. Harap Çeşme sokağının köşesinde bir an durdu, sonra tersaneye doğru dönüp sokağın başında gözden kayboldu.

Mordi ilk başlarda, evlerinin etrafındaki sokaklarda dönüp dolaştı. Ne de olsa, henüz acemi bir şofördü. Sonra gittikçe ustalaştı. Artık Çıksalın’dan tutun da Zindanarkası’na, Seferikoz'a kadar bütün Hasköy’ü dolaşıyordu. Canı istediği zaman Ford marka bir otomobil kullanıyordu Mordi, istediği zaman bir Mercedes, istediği zaman bir Studabaker, istediği zaman 64 model Chevrolet, istediği zaman 57 model Chevrolet Bel Air!

Her marka arabanın, motor, şanzıman ve korna sesini inanılmaz bir yetenekle taklit ediyordu Mordi! Aynı marka arabanın çeşitli modellerinden çıkan motor sesleri bile birbirinden farklıydı. Bazen, mahallenin şoförleri aralarında bahse tutuşurdu. Mordi arkasını yola döner, görmediği halde geçen arabaların motor seslerini dinleyerek markasını, hangi yılın hangi modeli olduğunu bilirdi. Asla yanılmazdı. Bunun dışında başkaca tek kelime konuşmazdı. Bir anda mahallenin sevgilisi olmuştu yakışıklı Mordi. Yolun hep sağından giderdi. Dönüşlerde sol kolunu pencereden çıkarıp arkadan gelen arabalara sinyal vermeyi de ihmal etmezdi üstelik.

Ablamın oturduğu Toygar sokağın rampasını çıkarken arabasının motoru zorlanır, Mordi şanzımanı gacırdatarak usta şoförler gibi ara gazı vererek vites küçültürdü. Aynalıkavak kasrının arka kapısından, karakolun önüne kadarki dar yolda daha da zorlanır, motoru bağırtarak, ağır ağır çıkardı yokuşu. Tabii, arkasından gelen arabalar da!..

Şoförler Mordi’ye inanılmaz bir saygı gösterirdi. Rampa çıkarken yavaşlayan Mordi’yi asla sıkıştırmazlar, o daracık yolda sollamaya kalkışmazlar, önlerinden çekilmesi için korna çalmazlardı.
Düze çıkınca Mordi’nin motoru rahatlar, sesi bir anda değişir, artık tatlı bir mırıltıyla çalışmaya başlardı. Genişleyen yolda iyice sağa yanaşan Mordi, arkasından gelen arabalara eliyle işaret ederek yol verirdi. Üşenmez, yolda önüne çıkan yayalara, ciddi ciddi korna çalardı. Ama herkese aynı sesle çalmazdı. Erkeklere kalın ve uzun, kadınlara daha ince, kibar bir sesle korna çalardı. Çocuklar Mordi’ye bayılırdı, Mordi de onlara! Yanından geçerken kendisine el sallayan çocukları, ince bir, bip bip sesiyle selamlardı. Arabasını çok dikkatli kullanırdı Mordi, hiç kaza yapmazdı.

Annesi ve babası bir süre sonra kederlerinden peş peşe ölüp gittiler. O tarihlerde, mahallede yaşlı bir Sabetay amca vardı. Anne ve babası ölünce, Mordi’ye bu Sabetay amca göz kulak oldu. Mahalleli, Mordi’yi hiç aç susuz, yetim öksüz bırakmadı. Kimisi yemek verdi, kimisi su, kimisi yaz sıcağında limonata, ayran… Kadınlar Mordi’ye hem acır hem severlerdi. Bir gün yoldan geçmese, merak eder, pencerelerden birbirlerine seslenip Mordi’yi sorarlardı.

Ben okulu bitirdikten birkaç yıl sonra evlendim. Mesleğim yüzünden uzun zaman İstanbul’dan uzakta başka şehirlerde yaşadık. Zaman zaman İstanbul’a gelip ablama uğradığımızda yollarda, sokaklarda Mordi’ye rastlardım. Yıllar içerisinde Mordi inanılmaz bir hızla yaşlandı. Önce, kendisine çok yakışan o çok güzel, dalgalı siyah saçları ağardı. Sonra sakalı, bıyıkları…
Daha gencecik bir adamken, yüz hatları uzun yol şoförleri gibi derin çizgilerle yol yol oldu. Aradan yıllar geçti. Artık Hasköy’e uğradığımızda Mordi’ye pek rastlamaz olmuştum. Dediklerine göre, bazen uzak semtlere gidiyor, günlerce ortalıkta görünmüyordu. Kimi zaman Şişhane’de, kimi zaman Kuledibi’nde, kimi zaman Tünel’in oralarda görenler oluyordu. Aradan yıllar geçtikçe Mordi de, onun acıklı hikâyesi de aklımdan çıkmaya yüz tutmuş, neredeyse artık hatırlamaz olmuştum.

Biz sonraki yıllarda kayınvalidemin bitişiğindeki apartmandan bir daire satın aldık. Üç yıl önce bu eve taşındık. Taşındıktan birkaç ay sonraydı. Eşimle oğlum bir gün tesadüfen Taksim’de Mordi’ye rastlamışlar. Eşim selamlaşıp konuşmuş Mordi’yle. Ona Sabetay amcayı sormuş. Hatırlamış Mordi! Ve nasıl olmuşsa konuşmuş. Ama sadece üç kelime söylemiş. ‘’Çoktan öldü, o.‘’ demiş.

Bu akşam, yaşlı bir komşumuzdan öğrendik. Mordi artık yok!
Bir hafta önce, kaldığı Hasköy’deki Yaşlılar Evinde hayatını kaybetmiş. Musevi mezarlığına gömmüşler.
Bir an, uzaklara daldım. Elinden hiç düşürmediği o direksiyonla yoldan geçen, dalgalı siyah saçlı, genç ve yakışıklı Mordi’yi düşündüm. Boş yanıma geldi, duygulandım... Hani, zaman zaman olur ya! Sonra oturdum, size Mordi’nin bu hazin öyküsünü yazdım.
Ne garip şey, şu dünya!..
Bir gençlik aşkı, bir direksiyon, hayali bir araba… Ve kırık bir aşk uğruna, doyasıya yaşanmadan ziyan olup giden koskoca bir hayat!
Artık her şey bitti sevgili Mordi!.. Işıklar içinde yat.
…..

Tam dört yıl sonra, geçen hafta.
Bir sonbahar günü.
Sıcak bir öğleden sonra.
Bu yazıyı yazdığımı bile unutmuş,  başı boş, işsiz güçsüz yollarda dolaşırken, ne zamandır geçmediğim bir sokağa götürdü ayaklarım beni. Oldum olası ıssız, tenha, daracık sokaklarda dolaşmayı çok severim. Bir yanında üç beş tamirhane, diğer yanında eski bir kilisenin duvarı uzanan dar bir sokağın henüz ortalarına gelmiştim ki, olduğum yerde kala kaldım. Tam karşımdaydı!.. Mordi!
Belli ki,  vefalı bir mahalleli, yıllar yılı direksiyonu ile o sokaktan geçen Mordi’nin anısını yaşatmak istemiş, onun adını kalın harflerle kilisenin badanalı duvarına yazıvermişti.

8 Kasım 2013 Cuma

Beyoğlu 2013 - Görüntüler


 Genel Görünüm


...ve çöküş


Boşaltıldığı gün çöktü

Hürriyet Gazetesi  08.06.2000


Depremden sonra hasar gören eski eser statüsündeki Melek Apartmanı sonunda yıkıldı. Yedi ailenin yaşadığı apartman yıkıldığı gün boşaltıldığı için can kaybı olmadı.
Kıblelizade Sokak'ta bulunan Melek Apartmanı, 28 Mayıs'ta sabaha karşı büyük bir gürültü ile çöktü. 7 ailenin yaşadığı binada o sırada sadece Recep Günbeyi vardı. Bir gün önce belediyeden gelen mühendis 'bu bina her an çökebilir' demiş, Günbeyi akrabalarını tehditle, komşularını ise yalvararak o gece dışarıda kalmaya ikna etmişti.
Eski eser statüsünde bulunan Melek Apartmanı, büyük depremden sonra hasar gördü. Yığma binanın temellerinde çatlaklar meydana geldi. 11 daire ve 3 iş yerinin bulunduğu apartmanın sakinlerinden Recep Günbeyi, Beyoğlu Belediyesi'ne başvurarak mühendis gönderilmesini, inceleme yapılmasını istedi. Aylarca ev ile belediye arasında mekik dokumasına rağmen bir sonuç alamadı.
Hemen yan sokağın altından metro tüneli geçiyordu. Metro inşaatına gidip gelen ağır iş makinalarının Kıblelizade Sokak'tan her geçişinde ev temellerinden sarsılıyordu. Aradan geçen aylar boyunca çatlaklar büyüdü. Son üç ay boyunca Günbeyi sadece kiracı olmasına rağmen her gün belediyeye gidip geldi. Ek kolonlar atılarak binanın askıya alınması gerekiyordu. Beyoğlu Belediyesinin yetkilileri 'işgaliye parasını verin, gidip Anıtlar Kurulu'ndan izin alın' dedi. Recep Günbeyi ise ‘‘Son hafta çatlaklar her gün çoğaldı. Ben hergün belediyeye gidip yalvardım. 'Burada 50-60 nüfus var. Mühendis gönderin mühürleyin. Mühürlenmeden kimse binadan çıkmak istemiyor. Yaşayanların hepsi dar gelirli'' şeklinde konuştu.
Belediye yetkilileri sonunda binayı mühürlemeye razı oldu ve Recep Günbeyi'ni perşembe akşamı evine yolladı. Cuma günü bir mühendis geldi. 'Bu bina çökmek üzere, hemen çıkın. Eşyalar kalsa da insanları çıkartın' dedi. Ama ortada yine belediye yetkilisi yoktu ve apartman mühürlenmedi.
Melek Apartmanı'nda Recep Günbeyi oğlu, kardeşi ve annesiyle oturuyordu. Herkesi en azından hafta sonunu dışarıda geçirmesi için ikna etmeye başladı. Kimse gitmek istemiyordu. Akrabalarını tehdit etti. Diğer komşulara ise çıkmaları için yalvarmak zorunda kaldı. ‘‘Ev boş kalırsa hırsız girer. Eşyalar ne olacak?'' dediler. Günbeyi apartmanı boşaltabilmek için o geceyi tek başına evde geçirmeye razı oldu. Korkusundan akşam eve gidemedi. Sonunda komşulara karşı sorumlu olduğunu düşünerek gece 01:00 sularında evine geldi. Hırsıza karşı yanına bir sopa hazırlayarak yattı.

Bina ortadan yarıldı
Henüz uykuya dalmıştı ki, apartman sabaha karşı 02:35'te sarsılmaya başladı. Önce büyük bir gürültü koptu. Bina ortadan yarıldı ve 2 dakika içinde her katta çift daire bulunan apartmanın bir tarafı tamamen çöktü. Recep Günbeyi sarsıntılar tamamen geçtikten sonra dışarı çıktı. Üzerinde sadece pijamaları vardı. Üç ailenin eşyaları tamamen enkaz altında kaldı. Bu dairelerden biri de Günbeyi'nin annesinin eviydi.
Ancak iki gün sonra birkaç halı ve battaniye çıkarabildiler. Eşyalar çalınmasın diye üç gece apartmanın önünde uyudular. Mutfakların bulunduğu kısım çökmemişti ve eşyalar sağlamdı. Mutfağa ulaşabilmek için belediyeden iş makinası istediler ama gönderilmedi.
Sonunda Melek Apartmanı sakinleri her şeyden ümidi kesip akrabalarının yanına yerleşti. Kurtarabildikleri eşyalarını ise depolara kaldırdılar.

7 Kasım 2013 Perşembe

Galip Dede’nin hazineleri

Kuledibi’ne kadar inen, oradan Yüksekkaldırım’la birleşip Karaköy’e akan bu yol, İstanbul ’un en güzel caddelerinden biri. Yolun şekillenmesi mevlevihane ile başlıyor. Kulekapı Mevlevihanesi veya halk arasında Galip Dede Dergâhı olarak da bilinen Galata Mevlevihanesi, İstanbul ’daki ilk büyük Mevlevi kuruluşu olarak kabul ediliyor. II. Beyazıt dönemi vezirlerinden İskender Paşa’nın Galata sırtlarında bulunan av çiftliğinde 1491’de inşa ediliyor. O zamanlar burası Galata surlarının dışından Belgrat Ormanları’na kadar uzanan kırlık, bağlık, bahçelik alanın başlangıç noktasında yer alıyordu. Yani ne Beyoğlu vardı o zamanlar, ne Taksim, ne de Şişli. Şimdi bu semtlerin bulunduğu arazilerde apartman yerine çilek, üzüm, elma, ahududu bahçeleri bulunuyordu.

Galip Dede Caddesi 19. yüzyılın ortalarında şekillenmeye başlamış ve 20. yüzyılın başından bu yana da pek fazla değişmemiş. 19. yüzyıldan elimizde kalan Galata fotoğraflarında yolun iki yanında kitapçılar, kahvehaneler, pastaneler, antikacılar ve pulcuların olduğunu görüyoruz. Kafelerden ve pastanelerden geriye bir tane bile kalmamış ama 1950’lerde sayıları 35’e ulaşan pulculardan üçü hâlâ açık. Bir de 1920’den bu yana varlığını sürdüren sahaf kalmış geriye. Son 15-20 yıldır çok sayıda müzik aletleri satan dükkân açıldığı için burası 
İstanbul ’un en büyük müzik marketi olmuş.

EN ESKİ DÜKKÂN DOKSAN YILLIK

En eski dükkân bir kitapçı. 8 numarada yer alan dükkânın adı Librairie de Pera. 1920’lerde Alman asıllı bir kitapçı olan Adolph Platner tarafından kurulmuş. Çeşitli Almanca kitapların ithalat ve satışı yanında bazı 
İstanbul rehberleri de yayınlamış olan Platner, daha sonra dükkânını Patriarchias isimli bir Rum aileye devretmiş. Devrinin romantik şairlerinden biri olan Patriarchias’ın basılı birçok şiir kitabı var. 1940’ta, dükkânı ünlü bir Bizans tarihçisi olan Miltiadis Nomidis’e devretmiş. Nomidis ölünce kızı Talya, Librairie de Pera’yı 1984’te dükkânının gedikli müşteri ve müdavimlerinden Uğur Güracar’a satmış. Bugün Librairie de Pera, nadir ve değerli kitaplar satışının yanı sıra kitap müzayedeleri yapıyor.

58 MADALYALI PUL KOLEKSİYONCUSU

Librairie de Pera’dan sonra caddenin en kıdemlileri pulcular. 1942’de Kamer Arıkan tarafından 51 numaralı binada kurulan Kamer Pul Evi’ni şimdi oğlu Arman Arıkan işletiyor. Türkiye’nin en büyük pul koleksiyoncularından da biri olan Arman Bey bu sayede 58 madalya kazanmış. 2007’den bu yana Pul Tüccarları Derneği’nin başkanlığını yapıyor. 37 numarada bulunan Erol Akkaya’ya ait Filateli Pul Galerisi’nin kuruluş tarihi ise 1944. Erol Bey de memleketimizde pul konusunda eksper olan birkaç kişiden biri. 

MÜZİK MAĞAZALARI NE ZAMAN GELDİ

Yolun Tünel girişinde, meşhur Ferit Baba’ya ait Pathe Plak adında bir şirketi vardı. 1966’da kurulmuş olan bu dükkânda enstrümanlar da satılıyordu. Muhitin en eskilerinden biri olan baterist Adnan Sesigüzel, Ferit Baba sayesinde burada 1980’lerin başında birkaç müzik aletleri satıcısı açılmaya başladığını söylüyor. Şu anda sayıları 30’u aşmış olan bu dükkânlar Galip Dede’nin hem rengini hem de sesini güzelleştiriyor. 33 numarada bulunan Zuhal Müzik, 450 metrekareyi aşan alanıyla Türkiye’nin en büyük müzik dükkânı. Bu sokakta piyanodan klarnete, kemandan çelloya, neyden bağlamaya kadar ne ararsanız buluyorsunuz.


SOKAK ŞARKICILARI BELEDİYEDEN İZİNLİ

Belediye, Galip Dede Caddesi’nde çalmak isteyen sokak şarkıcılarına izin veriyor. İzinsiz olarak çalmaya kalkanlar ise zabıtalar tarafından engelleniyor.
61 numarada Home Spa adlı şirin bir yer var, içinde rengârenk sabunlar, ev kokuları, mumlar, banyo için tuzlar, kokular, esanslar bulunuyor.
Aynı sıradaki Crash, adını David Cronenberg’in yönettiği filmden alıyor. Kadın ve erkek kıyafetleri satan bu dükkânın kendine ait bir tarzı var.

SOKAĞIN EN İLGİNÇ İKİ KARAKTERİ

Galip Dede’de yaşayan insanlar arasında en ilginç ikisi yan yana. Biri ressam-yazar Habip Gerez, diğeri de botanikçi-kostümcü-müzisyen Fehmi Gören. Gerez ile Gören’in yerleri yan yana olmasına rağmen biri 126 numaralı binada görünüyor diğeri 66’da! 83 yaşında olan Habip Bey, 10 yıl kadar önce üç katlı binasını hem bir sanatevine hem de müzeye dönüştürdü. Bir Beyoğlu fenomeni olan Fehmi Gören ise ikinci el ve kostüm işiyle uğraşıyor. Dar bir aralıktan girilen dükkân, önünüzde perde perde açılarak dibindeki Ceneviz yapısına kadar uzanıyor. Fehmi Gören, Baba Zula’nın da ekibinde yer alıyor. Hem beste yapıyor hem de bazen Baba Zula ile sahneye çıkıyor.

DAMAT PAÇASI YEDİNİZ Mİ HİÇ

Caddenin en güzel yeri olan Tımarcı Sokak’a girelim. Sokağın hemen solunda “Damat Paçası” adında bir lokanta var. İlk okuyuşta paçacı, işkembeci dükkânı gibi algılanıyor ama alakası yok. Damat Paçası leziz mi leziz bir Rumeli yemeği. Burası da zaten bir Rumeli yemekleri lokantası. Tertemiz, pırıl pırıl, rengârenk bir mekân.
Tımarcı Sokak 6 numara Esra Şener’e ait. Daha çok yeni levantenlerin rağbet ettiği bir mekân. Adı Açık Mutfak. Şener burayı iki yıl önce açtı ve bu kadar kısa zamanda dünya çapında nam saldı. Çünkü bu incecik kız, çok güzel yemekler yapıyor. Dükkândaki her şey çok sahici ve samimi.
Açık Mutfak’ın hemen bitişiğinde adı “2. El” olan güzel bir dükkân var. Burada bin yıllık porselenler, cam eşyalar, elbiseler, ayakkabılar, dantelli çamaşırlar, biblolar bulabilirsiniz. Dört yıl önce, yeni bir hayat kurmak için 
İstanbul ’a göç eden iki kız kardeşin yeri.

ORGANİKÇİLERE İKİ ADRES

Privato’nun ön tarafı sokağa, arkası Galata Kulesi’ne bakıyor. Tia Hanım’ın elleriyle yaptığı çok özel “privato böreği” ana spesiyal. Sahibi Hıdır Ekşi, organik beslenme konusunda çok hassas olduğu için pazar günleri açık büfe organik kahvaltı veriliyor. Mekânın sabit bir mönüsü yok, her gün değişen üç farklı yemek yapılıyor. Fiyatlar çok uygun. Burası hem restoran hem kafe. Müzik dinlenip, kitap okunacak bir yer. Necla Tepekule’nin katkılarıyla caz, flamenko, bossa nova müzik organizasyonları ile Çingene geceleri, partiler düzenleniyor.
Sokağın sürprizlerinden biri de organik manav. Yolun sonunda Şahkulu Sokak 5 numarada yer alan İmece Ekolojik Manavı’nda Anadolu’nun dört bir yanında organik tarım yapan sözleşmeli çiftçilerden gelen ürünler bulunuyor. Taze meyve ve sebzenin yanı sıra bakliyat, bal, bitkisel çaylar ve baharatlar da satılıyor.

Saffet Bey Apartmanı

Coya Delevi’nin anılarında Saffet Bey Apartmanı  

Bu hafta da tam yazıyı yazmaya başladığım sıralarda, anlattığım yerleri o dönemlerde yaşamış, gazetemizde Ladino dilinde yazılar yazan Coya Delevi ile 2007 yılında yaptığı Galata’daki nostaljik tur ve bir dönem yaşadığı Saffet Bey Apartmanı üzerine konuşma fırsatım oldu. Şimdi gelin biraz da onun ağzından kesişen hayatları dinleyelim:

“Kamondo Merdivenleri’ne inen yokuşun bir yerinde, Sankt George Hastanesi’ne varmadan sol kolda, tüm ihtişamı ile yükselen Saffet Bey Apartmanı’nın bulunduğu dar bir geçit vardı. Oğlumun doğumuna kadar ailemle birlikte orada oturdum. Oldukça büyük bir blok olan binanın ana cephesi, hastanenin geniş ve bakımlı bahçesine bakardı. Evet, ‘bakardı’ diyorum tıpkı geçit için ‘vardı’ dediğim gibi… Hastanenin bahçesinde gün boyunca ‘sör’ diye çağırdığımız hemşireler çiçeklerle ve diğer bitkilerle ilgilenirlerdi. Ben de kardeşlerimle, üçüncü kattaki penceremizden onları seyrederdik. Ara sıra sörler başlarını kaldırıp bize el sallar, gülümserlerdi... Kimi zaman da bize bahçelerinde koparttıkları çiçeklerden verirlerdi… Artık var olmayan bu bahçe nostaljik turumda ilk şoku yaşattı bana... Onun yerine sözünü ettiğim o dar geçidi de içine alan geniş bir yol açılmış ve burası hastane polikliniğinin ana giriş kapısı olmuştu. Neyse ki, bizim emektar Saffet Bey, azıcık çatlamış duvarları, rengi karamış cephesi ile gene tüm görkemiyle ayakta duruyordu. 1940-50’li yıllarda gazetemizin kurucusu Avram Leyon’un ailesi ile komşuyduk. Şalom’un kuruluşunu o heyecanı o zamanlarda tıpkı yeni bir bebeğin doğumu gibi özetleyebiliriz…”

Şalom Gazetesi – Coya Delevi

Bu hafta Galata’da bir yanda ticarethanelerin, diğer tarafta rezidansların yükseldiği, müzik atölyelerinden gelen seslerin pazar günleri gezmeye gelen yabancı kalabalığa karıştığı tarihe tanıklık etmiş mekânların şu anki durumunu anlamaya çalışacağız
Dostlarımız ile birlikte Galata’nın tadına varmak için yine bir pazar sabahında Kuledibi’ndeki Kahve’de buluştuk. Geçtiğimiz haftalarda burada bir dönem yaşamış dostlarımızın deneyimlerinden söz etmiştik, bu sefer de hem anılarımızdan devam ederken hem de şimdiki Galata’nın sakinlerine göz atacağız. Bir yanda ticarethanelerin, diğer tarafta rezidansların yükseldiği, müzik atölyelerinden gelen seslerin pazar günleri gezmeye gelen yabancı kalabalığa karıştığı bu semtte tarihe tanıklık etmiş mekânların şu anki durumunu anlamaya çalışacağız. Gezimiz Bankalar Caddesi ve Kamondolar’a gelmeden (Schneidertempel) Terziler Sinagogu’nda son bulacak, Karaköy’e önümüzdeki haftalarda ineceğiz.

Beyoğlu Göz Hastanesi-İngiliz Bahriye Hastanesi
Eminönü’nden Karaköy’e baktığınızda Galata Kulesi’nin hemen altında küçük bir kule göze çarpar. İlk bakışta çoğumuzun çan kulesi zannettiği bu kule aslında İngilizlerin hastanesinin Rasat Kulesi’dir. 1855 yılında İngiltere ve Fransa’nın Rusya’ya savaş açtığı dönemde Osmanlı’nın da İngiliz tarafında yer alması,11 ay süren Sivastopol kuşatması, yeni açılan Kırım cephesi, tam bu dönemde hastanenin amacı İngiliz askerlere hizmet vermekti. Öyle ki, savaş sonrası bu hastane bile küçük gelmiş hemen ardından Haydarpaşa’ya bir ikinci hastane ve hemen arkasına İngiliz Mezarlığı yapılmıştı. Savaş sonrası mevcut hastane yıkılarak ikinci hastane İngiliz mimar Percey Adams’a yaptırıldı. İngilizler 1. Dünya Savaşı sonrasında binanın kulesini aynı zamanda İngiliz gemilerini takip için de kullandılar. 1924 yılında İngilizler tarafından hastane Kızılay’a devredildi, ardından önce Beyoğlu Devlet Hastanesi’ne ve sonra da şu anki adıyla da Prof. Dr. N. Reşat Belger Beyoğlu Göz Hastanesi’ne dönüştürüldü… Gerek mimarisi, iç ve dış görünümü ile bina bize bir hastaneden çok bir şatoyu andırıyor, daha kapıdan girerken yerdeki çakıl taşları size bir eve giriyor hissini veriyor.

Galata Derneği - Cenova Meyhanesi Ve Galata House
Galata Kulesi’nin altındaki bölgede kalan Galata Kulesi ve Bereketzade Camii Sokağı’na girdiğinizde sizi Cenevizliler’den kalan birkaç bina karşılıyor. Bunlardan ilk dikkat çekeni şu anda Galata Derneği binası olarak kullanılan Cenevizliler tarafından 1300’lerde inşa edilen Ticaret Odası binası ve hemen karşısında bakımsız halde duran o dönem 24 üyeden oluşan Kamu Yönetimi (Podesta) binasıdır. Dernek binasına bitişik olarak da Halk Sarayı (Palazzo Communale) binası bulunuyor. Binanın girişinde “Bu bina 1314 yılında Cenevizliler tarafından inşa edilmiştir.” yazısını görüyoruz. Galata Kulesi Sokağı’nın sonuna geldiğimizde ise bir dönemin İngiliz hapishanesi olan şimdilerin ‘Galata House’ adı ile binayı koruma amaçlı satın alan mimar bir ailenin işletmesini görüyoruz. O dönem Kapitülasyonlar ile birçok hak elde eden İngilizler bu bölgede kendi mahkeme ve hapishanelerini kurmuşlardı. Bina İstanbul’un işgali esnasında Kuvayi Milliyeciler’in hapis tutulduğu bir yer olurken 1933 yılında sayıca epey azalan İngilizler binayı dönemin un, şeker ve kereste fabrikatörü Pierre Fournial’e sattılar. 1980’lerde Atina’ya göç eden aile binayı Muradyanlar’a sattı, onlardan da bina şu anki sahiplerine geçti ve tarihi dokusu korunarak restoran olarak işletiliyor.


Yüksekkaldırım Aşkenaz Sinagogu
Günümüzde Aşkenaz Cemaati’nin tek faal ibadethanesi olan Yüksekkaldırım Aşkenaz Sinagogu 1900 yılında dönemin aristokrat Avusturya kökenli Yahudileri tarafından ünlü mimar Gabriel Tedeschi’ye yaptırıldı. Özellikle dış cephesi ile kimi zaman bilmeyenlerin kilise zannedebileceği bina lotus yapraklı sütunları, at nalı kemerleri, üstü sivri biten üçgen çerçeveleri ile bize tipik bir oryantalist stili gösterir. Ehal ve Tevası Polonya esinlenmesi pagoda stilinde olup, iç mimari ise Avrupai tarzdadır. Tanzimat Fermanı ile Osmanlı Devleti’nde ilk defa azınlıklara kubbeli ibadethane yapma hakkı verilmiş olup, bu bina Aya Triada Kilisesi ile birlikte o dönemde ilk inşa edilen kubbeli dini yapı olma özelliğini de taşımaktadır. Sinagog Şabat günlerinde ibadete açıktır.

Schneidertempel Sanat Merkezi - Terziler Sinagogu
Schneidertempel Sanat Merkezi Bankalar Caddesi (Eski Voyvoda Caddesi) üzerindeki Kamondo Merdivenleri’nden ulaşılan Banker Sokağı (eski Kamondo Sokağı) ile Felek Sokağı arasında yer almaktadır. Yapının her iki sokağa açılan birer kapısı olsa da esas girişi Felek Sokağı’ndadır. Bu sinagog 19.yüzyılda Galata’da çoğunluğu terzilik ile uğraşan Aşkenaz Yahudileri’nin Tofre Begadim adı verilen Terziler Loncası tarafından 8 Eylül 1894’te açıldı. Adı Yidiş dilinde Terziler Sinagogu anlamına gelen bu bina sıra ev görünümü ve eklektik yapısı ile bölgedeki diğer sinagoglardan ayrılır. Terzilik mesleğinin revaçta olması ile o dönemlerde Beyoğlu’nda da Rus Yahudilerine ait birçok yeni marka halka satış yapmaya başlamıştı. 1960’lı yıllara kadar sinagog olarak kullanılan bina daha sonraları cemaatin Aşkenaz Sinagogu’nda toplu dua etmesi ile boşalmış, 1996 yılında sanat merkezine dönüştürülerek kaybolmaktan kurtulmuştur. 1999 yılında ilk defa sergiye açılan bina sene 10. yılını kutladı ve her ay birçok sanatçıya ev sahipliği yapıyor.


Bu hafta turumuz bitimi Galata sokaklarında dolaştım, pilavcısından simitçisine biraz bölge esnafı ile sohbet etmeye çalıştım. Galata şu zamanlarda bambaşka bir karışım sunuyor bize, her köşe başında farklı bir butik, kafe veya eğlence mekânı ile karşılaşıyorsunuz. Bir yerde yaşayan orta halli vatandaş diğer yanda ise butiklerini Nişantaşı’ndan buralara taşıyan Bahar Korçan gibi birçok ünlü modacı ve sanatçı… Entelektüel kesim değişimden mutlu. Tek istekleri yenilenen binaların tarihi dokuyu bozmaması ve yıkım olmaması. Halk ise biraz daha muhafazakâr, ancak kimse kimseye karışmıyor. Cuma namazı için dolan Bereketzade Mescidi Pazar günleri ayin için yerini Saint Pierre Kilisesi’ne ve düğünler için Neve Şalom Sinagogu’na bırakıyor. Esnaf bir dönem “Bedava versen oturmazlardı” denilen apartmanlara duyulan ilgiden memnun; şimdiden Ortaköy ve Nişantaşı’nın en büyük rakibi olmuş bir dönemlerin orta halli Galatası. Ancak herkes de aynı endişe devam ediyor, umarım İstanbul’u yaşamak için kalan son birkaç yerden biri olan Galata’yı tarihi dokusunu koruyarak geleceğe taşıyabiliriz. Her şeye rağmen Galata’da gezmek benim için yine farklı bir pazar günü yaşattı, karşılaştığım birkaç turiste yol tarif etmek ardından Konak Pastanesi’nde atıştırmak, butiklerde dolaşmak ve tünelle Beyoğlu’nun yolunu tutmak, işte bu da benim Galata’m. Her ne kadar burada yaşamasam da artık kendimi buradan biri olarak hissediyorum. 

Herkesin anlatacak bir öyküsü vardır -1

Herkesin anlatacak bir öyküsü vardır/ Aziz Pinasi ile nostaljik bir gezintiye ne dersiniz?-1 
Şalom Gazetesi

Şişhane Meydanı’ndan Kule’ye doğru yürüyorum. Hemen karşıda sağda – hâlâ heybetini kaybetmemiş olan Frej Apartmanı. Burada, sevgili Anri Duenyas da dahil pek çok arkadaşım otururdu. Bina şimdilerde Sarkuysan Şirketine ait bir işyeri. Sol köşede “petit champ” (pötişan) olarak bildiğimiz çorak bir arazi vardı, orada oyun oynardık. En hareketli günleri Cumhuriyet, Şeker ve Kurban Bayramlarıydı. Meydana kurulan ufak atlıkarıncaya biner, sallanan kayıklarda sallanır ve tepeye bağlı kalın bir kablodan askılarla meydana iniş yapardık. Ne heyecan, ne heyecan… Tahta çubuklara sarılı rengârenk macunları iştahla yalar, yuvarlak, uzun cam şişelerden renkli şerbet içerdik. Şimdilerde bu alanın bir yanı otopark çıkışı, üstü de Türk Hava Yolları (belki de başka bir ticarethane) oldu. Sahanın etrafındaki alçak duvara oturur, Cumhuriyet Bayramı’nda askeri geçidi, akşamları ise maaile Taksim Meydanı’ndaki renkli suların akışını izlerdik.
Büyük Hendek Caddesi’ne doğru devam edelim. Sağda eski sinagoglardan Appollon vardı (artık burası pasajlı bir iş yeri). Karşısında, esmer, uzun boylu, kibar Yomtov’un Şarküteri Dükkânı bulunurdu. Ürünleri çok kaliteliydi. Sonraları İsrail’e göç etti. Yolun devamında sağda, Neve Şalom Sinagogu… Neve Şalom’un tam karşısındaki binanın ikinci katında kocaman bir “Magen David” vardı, hatırlar mısınız? Artık görünmüyor.
Dörtyol ağzının girişinde, sağdaki yokuşun başında nefis lakerda ve kurutulmuş balık satan kısa boylu bir lakerdacı vardı. En aşağıda ise günümüzde halen faaliyet gösteren “Kal de los Frankos”, yani İtalyan Sinagogu. Dörtyolun solundaki yokuş Tünel’e çıkar. Hemen karşısındaki dar sokak Küçük Hendek Caddesi’dir. Ben iki yaşında, gözlerimi bu sokaktaki Pasaj Salti’de de açtım. Girişi hep karanlık ve çoğu zaman mezbelelikti. Avludaki müştemilat ve apartman son zamanlarda restore edildi, dairelerin çoğu işyerlerine ait. Alt ve üst kapılar kapalı ve ancak otomatikle açılıyor, girişteki avlu ise hâlâ eski püskü; oraya el atılmamış.
Kavşaktan kuleye doğru giden Büyük Hendek Caddesi’nin sol tarafında iki şarapçı dükkanı vardı. Burası öğleden akşama dek “aperatifçilerle” dolardı. Meydanın sol köşesinde bir apartman dikilir: orta katı çepeçevre balkondur ve Galata Kule’sini bütün ihtişamıyla görür. O dairede rahmetli ablam ve ailesi senelerce oturdular. Kulenin sağında direkli bir bina vardı, şimdi Anemon Oteli oldu. Altında bizim gençlik berberimiz vardı: Hasan ve Hüseyin. Hüseyin ağırbaşlıydı, çakır gözlü Hasan ise fırlamanın tekiydi. Bizi tıraş ederken: “Bir dakika camiye kadar gidiyorum,” der, çıkardı. Tuvalete gittiğini sanırdık. Epeyce sonra ağzı şarap kokarak geri dönerdi. Birkaç kadeh içmeden tıraşımızı bitirmezdi üstelik yüzümüzü kesik içinde bırakır ve bir de yetmezmiş gibi şapla yıkardı. Aman ne eziyet!
Kulenin sol köşesinde, aşağı doğru, 1891 tarihli bahçeli bir kahvehane vardır. Cumartesi sabahları sinagog çıkışı babam ve amcalarım o bahçede volta atarlardı. Rahmetli büyük amcamın, elini yelek cebine daldırıp bana bahşişimi vermesini dört gözle beklerdim. O dönem Şabat günü çocuklara para verilirdi. 12 yaşına geldiğimde turistleri Galata Kulesi’ne çıkartıp bahşiş toplamaya başladım. Merdivenleri karanlık ve korkutucuydu.  On-on beş metrede bir, duvardaki açıklıklardan içeri sızan ışıkla idare ederdik. Şimdi ise, temiz, aydınlık ve asansörlü. Balkona çıkmadan önceki alanı Cafe-Restoran yaptılar, artık her akşam eğlence var! Bir defasında yurt dışından gelen misafirlerimizi burada ağırlamıştık. Boğazdaki Rakı-Balık’a tercih etmişlerdi burayı.
Kulenin giriş kapısının karşısında, kahvehanenin köşesinde Camekan Sokak vardır. Kışları, Avusturya Saint George Lisesi’ne varabilmek için iki-üç arkadaş, el ele, güçlükle gidebilirdik, çünkü burada müthiş bir “kurander” olurdu. Sokağı aşağıya doğru yürürken solda Saint George Hastanesi ve karşısında da Erkek Orta Okul ve Lisesi halen olduğu gibi durur.
Merdivenlerin sağındaki sokakta Saint George Karma İlkokulu vardır. Ben ilk önce orada, ardından da 1945’e kadar Orta Okulunda okudum. Savaşın sonunda okul kapatıldı, çünkü Türkiye Birleşmiş Milletlere girebilmek için, zaten mağlup olan Nazi Almanya’sına harp ilan etmişti. Kamondo Merdivenleri’ne son yıllarda bir plaket astılar: “Yapılışı 1870” Kamondo Merdivenleri’nin solundaki sakakta şimdi bir müzeye ve sanat merkezine dönüştürülmüş olan Schneidertempel, yani Terziler Sinagogu vardır.
Tekrar Kule Meydanı’na dönelim. Sol taraftaki binanın altında Edirneli Şekerci Kaneti vardı; rengârenk akide ve Purim şekerleri meşhurdu. Biraz ileride, sokağın köşesinde bir manav vardı. Oğlu Ali Kıran tipinde biriydi, hepimiz ondan korkardık. Osmanlı tokadı meşhurdu. Onun hakkından, mahallenin kabadayısı, uzun boylu, yakışıklı, şapkası devrik Menahem gelirdi ancak! O da günün birinde ortadan kayboldu, İsrail’e göç ettiğini öğrendik sonradan… Manavın karşısında bir “akar çeşme” vardı, onu da kapattılar!
Yazıcı Sokak’a geldik. Burası şimdilerde pek ünlendi, binalar ateş pahası. Sokağın solunda 15/A’da ismi hem Türkçe, hem de İbranice yazan Asseo Han var, galiba tamamı yabancılar tarafından kiralanmış. Karşısında da meşhur Kamondo Han. Yeni yeni restore edildi, herhalde burada yaşayanların da çoğu yabancıdır. 30 numarada Café Sorelle ve yanı başında da eski Brod, sonradan Doğan Han olan müthiş boğaz manzaralı apartman. Okan Bayülgen de burada yaşıyormuş! Az ileride bir otopark vardır, aşağı doğru indiğinizde Barınyurt’a varırsınız. O sokakta bir de Tiyatro vardır: Dar Alan Z.


 




2010 ŞİŞHANE

Yıllarca Beyoğlu’nun ışıklarıyla yarışmaya çalışır gibi, avizecilerinin vitrinleriyle yanıp söndü. Akşama doğru, gün Haliç’te erirken, bir duble rakı eşliğinde yaşlı binalarının gölgesine çekildi. Şimdi, Tünel’i tüketen, Tarlabaşı’na sokulamayan İstanbullunun ziyaretiyle keyifleniyor. Şehrin yeni favorisi Şişhane,
bu kış eğlencenin akacağı taze adres olacak.

Cemal Subaşı
csubasi@doganburda.com
çizim: OLGA AYKAN / fotoğraf: HÜSEYİN ALSANCAK

Tarlabaşı-Taksim çıkışı
İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı (İKSV), 2010’da, restorasyonu 14 milyon dolara mal olan tarihi Deniz Palas’a taşınıyor. (Not: İKSV taşındı ve binanın adı Nejat Eczacıbaşı oldu)
Taksim-Şişhane metro hattı
Çevreyolu-Taksim-Aksaray-Eminönü çıkışı
İkinci derecede koruma altında olan Merkez Apartmanı, Osmanlı tarzı butik otele dönüştürülüyor.
Yer altına, 170 bin araç kapasiteli metro bağlantılı otopark yapılıyor.
Ankara’nın ünlü restoran zinciri Big Chefs, Tünel Rezidans’ta şube açıyor.
Tünel Rezidans bir ay önce faaliyete geçti.
Parke taş döşeli bu yol ve meydanın birkaç yıl sonra trafiğe kapatılması planlanıyor.
Happily Ever After ve Lucca gibi ünlü kafe bar ile restoranlar, Şişhane’de şube açmayı düşünüyor.
Şişhane’de mağazasını açan ilk marka BillStore oldu.
Belediye binasının hemen yanından Tünel’e çıkılıyor.
Taksim-Şişhane metro hattı.
Şişhane’nin ilk binalarından 126 yıllık Beyoğlu Belediyesi, gelecek yıl restore edilecek.
Büyük Hendek Caddesi, Şişhane ile Galata Kulesi’ni birbirine bağlıyor. Cadde, avizecilerle dolu.
Beyoğlu Vergi Dairesi.
Bugün kat otoparkı olan bu alana, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Merkezi yapacak.
Şişhane’nin en ünlü binalarından 104 yıllık Sarkuysan’ın, 2010’da otele dönüştürüleceği ileri sürülüyor.

‘O ne minute’ şovunun tavan yaptığı günlerdi. Başbakan, coşkulu kalabalığın karşısına ‘Davos Fatihi’ edasıyla çıkmış, Şişhane-Taksim metro hattının açılışını yapmaya hazırlanıyordu. Hattın önemini anlatıyor, yerel seçimler öncesi belediye başkan adaylarına övgüler düzüyordu. Şişhane’nin değişen yüzü o günlerde medyaya yansıdı. Kısa süre sonra, bölgede yüzlerce tarihi binanın restore edildiği, peşi sıra otellerin açıldığı, ünlü restoran ve kafe-barların şube açmayı düşündükleri haberleri gelmeye başladı.
Haberi duyar duymaz soluğu Şişhane’de aldım. Önce biraz şimdiki halini görmeli, sonra da bana anlatılanlar ışığında kafamda yeni bir Şişhane giydirmeliydim. İlk iş olarak, bir büfeye oturdum. Kendime tost ve ayran ısmarladım. Acaba bu büfe, gelecekte yine burada olacak mı diye aklımdan geçmedi değil. Çünkü anlatılanlar Şişhane’nin artık başka bir Şişhane olacağı yönünde. Karnımı doyurup, biraz da kalabalığı izledikten sonra düştüm Şişhane’nin yollarına.
Arkasında Tünel, solunda Galata Kulesi, sağında Tarlabaşı var Şişhane’nin. Arnavut kaldırımlı sokakların, el değmemiş tarihi binaların arasında dolaşırken, kendinizi başka bir döneme ait hissediyorsunuz. Biraz Bizans, biraz Ceneviz ve Osmanlı.

Bebek mekânları Şişhane’ye
Şimdilerde pek çok tarihi binaya iskele kurulmuş, brandalarla kaplı. Aslına uygun olarak restore ediliyor. Kimi iş merkezi, kimi otel, kimi home ofise dönüştürülüyor.
Şişhane’nin en hareketli bölgesi, 126 yıllık Beyoğlu Belediye Binası’nın hâkim olduğu ve meydan da denilen Meşrutiyet Caddesi. Bu cadde üstte Tünel, yan tarafında Galata Kulesi’nin baskısı altında. Eğlence mekânları iyiden iyiye Şişhane meydanına yaslanmış. Gözleri, tarihi Sarkuysan binasının hâkim olduğu alanda. Nitekim Ankara’nın ünlü restoran zinciri Big Chefs, bir ay önce açılan Tünel Rezidans Otel ile anlaştı bile. Ekim ayında faaliyete geçmesi bekleniyor. Hem otele hem dışarıya lezzet sunacak.
Şişhane’de mağazasını açan ilk marka BillStore oldu. Tünel Geçidi’nin hemen altındaki Meşrutiyet Caddesi’nin köşesinde altı ay önce açılan mağazanın müdürü Serdar Özdemir, Şişhane’yi tercih etmelerinin nedenini şöyle anlatıyor: “Burası yakında hareketlenecek. Bebek’te faaliyet gösteren ünlü bir kafe ve restoranın karşımıza bir şube açacağı ileri sürülüyor. O zaman burası daha da önem kazanacaktır.”
Şişhane’de açılacak olan restoranların Happily Ever After ve Lucca olacağı konuşuluyor. Nitekim iki ünlü kafenin yöneticileri de bu iddiayı yalanlamadı. Yetkilileri “Henüz düşünme aşamasındayız” diyerek ayrıntılı bilgi vermekten kaçınsa da kulağıma gelenler her ikisinin de uygun bir mekân arayışında olduğu.
Sadece eğlence değil, moda dünyasının da gözü bu bölgede. Bihter Ayda Pekin, Bahar Korçan ve Ümit Ünal gibi isimler, atölyelerini Şişhane’nin hemen yanı başındaki Galata ve Tünel’e taşıdı. Şişhane yakında modanın da merkezi olursa şaşırmayın.

Sıra Sarkuysan’a mı geliyor?
Bu kadar hareketli bir yer olur da, oralara oteller açılmaz mı? Birbiri ardına açılışlar yapılmaya başlandı bile. Bir ay önce faaliyete geçen Tünel Rezidans bu otellerden biri. 40 yıllık bina, RAY Sigorta’nın eski genel merkeziydi. Otelin müdürü Murat Koni’ye göre, Şişhane’de yatırım çok iyi bir fikir: “Restorasyon çalışması bir buçuk yıl sürdü. Yedi katlı, 35 oda var. Fiyatlar konaklama süresine göre değişiyor. Ortalama odalarımız bir gece konaklama için 350-400 euro. Ama aynı odayı üç aylığına tutarsanız geceliği 100 euro’ya kadar iniyor.”
Bu bina, ilk başta tıp merkezi yapılmak için alınmış. Ancak bölge incelenmiş ve rezidans yapılmasına karar verilmiş. Neden çok açık: Şişhane gelişiyor, cazibe merkezi haline geliyor.
Yüksek tavanlı tarihi binalar, otel olmak için çok uygun. İşte bunlardan biri Sarkuysan’ın karşısında yer alan Merkez Apartmanı. Çalışmalar başlamış, binanın önünde iskele kurulu, branda giydirilmiş. Ancak, restorasyon işi biraz da yılan hikâyesine dönmüş. Binayı alan işadamı Yasin Yasuboğa, yaşadığı sıkıntılardan bunalmış ama burayı butik otel yapmakta kararlı. Restorasyonun yürümemesinin nedeni kiracıların çıkmaması.
Şişhane’nin en dikkat çekici binası hiç kuşkusuz Sarkuysan. 1905’te C.P. Kyriakidés ve Alexandre D. Necosmos Yénidunia isimli Rum kökenli mimarlar tarafından yapılan apartmanın ilk sahibi, kökleri Cenova’ya dayanan Glavanilerin kızı ile evli olan Beyrutlu Selin Han Frej. O dönemde bu apartman, düzenlenen gösterişli partilerle anılırmış. Bugün ikinci derecede tarihi eser olan binayı 1972’de Kapalıçarşı Sarraf ve Kuyumcular Birliği aldı. Han Frej, apartmanın ismini, SARraf, KUYumcu ve SANatkâr kelimelerinin ilk üçer harfini birleştirerek türetmiş. Bugün bakır şirketi Sarkuysan’ın merkezi durumunda. Bu tarihi ve gösterişli binanın da yeni yıl ile birlikte otele dönüştürüleceği ileri sürülüyor. Hatta binada çalışan bir personel, “Buradan yeni yılda ayrılacağımız söylendi. Galiba otel yapılacak” diyor. Firma yöneticileri sessiz. Hatta fotoğraf çekmemize bile izin vermediler. Bu sessizliğin ardında, muhtemelen Sarkuysan’ın borsada işlem gören bir şirket olması yatıyor.

Yeni kültür merkezi
Şişhane, otel ve turizmin yanı sıra bir yandan da kültür ve sanat merkezi olmaya aday. İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı (İKSV), Haliç manzaralı tarihi Deniz Palas’a taşınmaya hazırlanıyor. İstanbul Valiliği ve Beyoğlu Belediyesi’nin de maddi destek verdiği restorasyon çalışmalarında sona yaklaşıldı. İKSV, eylül ayı sonunda bu binada çeşitli sanatsal faaliyetleri hayata geçirecek. İKSV Genel Müdürü Görgün Taner, Şişhane’yi tercih etmelerinin nedenini ve yeni mekânlarında yürütecekleri projeleri anlattı: “İKSV, çalışmalarını uzun yıllardır İstanbul’da kültür sanat hayatının atardamarlarından biri olan Beyoğlu, İstiklal Caddesi’ndeki Luvr Apartmanı’nda sürdürüyordu. Çalışmalarımızın kapsamını artırma amacına paralel olarak, daha geniş bir merkez ihtiyacımız doğduğunda, yine hem tarihi dokusuyla değerli bir kültür mirasını bünyesinde barındıran, hem de güncel kültür sanat yaşamının kalbinin attığı bir yer arayışına girdik. Aynı zamanda 9. Uluslararası İstanbul Bienali mekânları arasında da yer almış olan Şişhane’deki Deniz Palas Apartmanı, bu açıdan beklentilerimizi karşılıyor. Deniz Palas Apartmanı 20’nci yüzyılın başlarında mimar Georges Coulouthros tarafından yapılmış. 4 bin 200 metrekare büyüklüğünde yedi katlı bir yapı. Binada İKSV ofislerinin yanı sıra yıl boyu kültür sanat faaliyetlerinin gerçekleşeceği çok amaçlı bir salon, bir kafe, Haliç’e bakan bir restoran, tasarım ürünlerinin satılacağı bir mağaza-kafe ve Leyla Gencer Müzesi de yer alacak. Deniz Palas Apartmanı’nın İKSV’ye 14 milyon dolar civarında maliyeti oldu.”
Şişhane’de İstanbul Büyükşehir Belediyesi de büyük bir proje başlattı. Vergi Dairesi’nin hemen yanında bulunan Evlendirme Dairesi, kat otoparkı ve birkaç bina kaldırılarak yerine, içinde büyük bir tiyatro salonunun da yer alacağı bir kültür merkezi yapılacak. Kat otoparkı ise Şişhane meydanının altına, metro projesi bağlantılı yeraltına inşa ediliyor. Bittiğinde 170 bin araç kapasiteli olacak. Üstü ise yeşil alan olarak planlanıyor.
Kültür sanata, Beyoğlu Belediyesi’nin hemen karşısında yer alan Bilsar Şirketi de destek veriyor. Alternatif tiyatronun adresi DOT’u da ortaya koyan Bilsar, 12 Eylül-10 Ekim arasında New York’lu Slag Galeri’nin organize ettiği ve küratörlüğünü Benjamin Fellman’ın yaptığı ‘Neyse O / Without Hintersinn’ isimli serginin ev sahibi.

home ofisler gözde
Son altı yılda Beyoğlu’nda 3 bin 500 bina restore edildi. Bundan Şişhane de payını aldı. Halen onlarca bina restore ediliyor. Birçoğu iş merkezi ve home ofis şeklinde tasarlanıyor. Bunlardan biri de Bilsar’ın yanındaki tarihi bina. Mimarı, Bilsar binası ile Ağahan Mimarlık Ödülü’nü kazanan Han Tümertekin. Küçük stüdyo-ev şeklinde tasarlanan binanın giriş katına ünlü bir restoranın şube açacağı ileri sürülüyor. Bina sahipleri Abiteks firmasının sahipleri Murat ve Sedef Öztürk.

“Menkul değeri üç kat artacak”
Emlakçı Ahmet Dinçay’a göre, burası kısa zamanda çok prim yapacak. İstanbul’un genelinde ev satış ve kira fiyatları düşerken burada artıyor. Geçen yıl 400 bin TL’ye satılan daire bugün 550 bin TL isteniyor.

Pek çok kişi, sadece eğlenmek için değil yaşamak için de Şişhane’de ev arıyor. Ama durumun farkına varan ev sahipleri, evlerini satmaya yanaşmıyor. Şimdi herkes, Beyoğlu’ndaki son eğlence durağını sabırsızlıkla bekliyor.


Ankara’nın ünlü restoran zinciri BIg Chefs, bir ay önce açılan Tünel Rezidans Otel ile anlaştı. Şişhane’de açılacağı ileri sürülen restoranların Happily Ever After ve Lucca olacağım konuşuluyor. Nitekim iki kafenin yöneticisinden de yalanlama gelmedi.

Sarkuysan binasının üzerindeki bu erkek çocuk figürlerinin bir hikâyesi var. Bir rivayete göre, bu erkek çocuklar daha önce çıplak olarak tasarlanmış. Ancak Abdülhamit döneminde bu çıplaklığa izin verilmemiş ve heykeller bu hale getirilmiş.

1. Şişhane Sokak’taki avizecilerin yerini zamanla eğlence mekânlarının alacağı ileri sürülüyor.
2. İKSV, İstiklâl Caddesi’ndeki mekânından, Büyükşehir ve Beyoğlu Belediyesi’nin de desteği ile Şişhane’ye taşınıyor.
3. Taksim-Şişhane metro hattı – Neve Şalom saldırısının ardından dikilen Barış Anıtı.
4. 104 yıllık Sarkuysan binası.
5. Sarkuysan’daki mimari, kabartma erkek çocuk figürleri, binanın ihtişamını gözler önüne seriyor.
6. Tünel’deki eğlence mekânları, Şişhane’ye bağlanan Tünel Geçidi’ne kadar inmiş durumda.
7. Şişhane’nin en eski binalarından 126 yıllık Beyoğlu Belediyesi.
8. Meydana hâkim olan Merkez Apartmanı, Osmanlı tarzı butik otel yapılmak üzere restore ediliyor.
9. Kat otoparkının yerine kültür merkezi yapılacak.


“Şişhane’de üç noktada metro giriş çıkışı var. (Not: Beş giriş çıkış var. İstiklal Caddesi, Vergi Dairesi, Kasımpaşa, Refik Saydam Caddesi, 6. Daire)  Metro karşıya bağlandığı anda, Şişhane’nin değeri bir ise 10 olacak.”

Ahmet Misbah Demircan / Beyoğlu Belediye Başkanı
“PLANLI ÇALIŞMALARIN SONUCU”
Şişhane’deki bu değişimin temelinde Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan’ın etkisi yadsınamaz. Başkan Demircan, değişimi, altı yıldır yürüttükleri planlı ıslah çalışmalarının sonucuna bağlıyor: “Beyoğlu’nda altı yıl öncesine kadar Taksim Meydanı ile Galatasaray Lisesi’ne kadar bir yoğunluk söz konusuydu. Biz bu alanı genişletmek için önceliği Galatasaray ile Tünel arasına verdik. Ara sokakları ıslah etmeyi planladık. Sonuçta yoğunluk Galata Meydanı’na kadar uzadı. 43 sokağın trafiğe kapatılması da bunda etkili oldu. Bu gelişme doğal olarak Şişhane’yi de kuşatmış durumda.”
Başkan, restorasyon çalışmalarının hız kazanmasında, belediye bünyesindeki KUDEP’in öneminden bahsediyor: “KUDEP (Koruma Uygulama Denetleme Bürosu), Anıtlar Kurulu’na gitmeden binaların restorasyonuna fırsat veriyor. Bu uygulama kendini Şişhane’de de hissettiriyor” diyor. Metronun Şişhane’ye kadar uzamasının önemine değinen Başkan Demircan, “Metro sayesinde insanların Şişhane’ye kadar gelip Galata’ya gidiyor. Böylece Şişhane, Galata’daki yoğunluktan pay aldı. Şişhane’de üç noktada metro giriş çıkışı var. Metro karşıya bağlandığı anda, Şişhane’nin değeri bir ise 10 olacak. Son durak Yenikapı’ya uzandığında değeri daha da artacak” dedi.


Bilinmeyen Galata

GALATA NE DEMEK ?

Gala sözcüğü Rumca’da süt demektir. Kimileri Galata’nın bölgedeki süt hanelerden geldiğini hatta Karaköy’ü de içine alan bölgede bir dönem bu kadar çok muhallebici bulunmasının bu kültürün devamı olduğunu belirtirler. Bununla ilgili yazılı bir kaynak bulunmasa da diğer bir yandan Galata sözcüğünün İtalyanca denize inen yokuş “galadyo” sözcüğünden de gelmiş olabileceği söylenir. Diğer bir görüş ise Ortodoksların Katolikleri Galus olarak adlandırması Galata’nın bir Katolik kasabası olması ve de Anadolu’da da Katoliklerin yaşadığı yerlere Galatea denilmesinden adının buradan geldiğidir. 12.yüzyılda Cenovalılar ve ardından Venedikliler ile parlak bir dönem yaşamaya başlayan bu Latin kolonisi Müslüman, Ortodoks, Katolik ve Yahudi halkı ile her zaman zengin bir dinler ve diller mozaiği olmuştur. Daha Bizans döneminde de bölgede Romaniyot adı verilen Bizans Yahudilerinin yaşadığını ve genellikle zor koşullarda dericilik gibi işlerde uğraştığını biliyoruz.
  İspanya’dan göçe zorlanan Yahudiler ilk olarak Padişah 2. Beyazıt tarafından Balat semtine yerleştirilmiş buradan varlıklı kesim zamanla Haliç’in diğer tarafı Hasköy’e geçmiştir. Galata ise gemicilerin semti olarak bilindiğinden hem bir eğlence merkezi hem de sürekli yangınları ile ünlenen bir yerleşim olmuştur. Galata’yı çevreleyen ve Galata Kulesi’ni de içine alan surlar Osmanlılar ile yıkılmıştır. Bugün bu surlardan kalanlar arasında Galata Kulesi ve İtalyan Sinagogu’nun arkasındaki bölümü görebiliyoruz. 19. yüzyıldan itibaren Osmanlı’nın Beyoğlu’na önem verip konsolosluklar kurması Galata’da aynı görkemde binalar kurulmasını engellemiş ancak yine de Galata semti gizemini kaybetmemiştir. 1900’ler ile birlikte de Osmanlı’nın ticaret merkezi haline gelen bu semtimizde Yahudiler hem ticaretle ilgilenmişler hem de iş yerlerine yakın yerlerde yaşamaya başlamışlardır. Yahudiler tarafından bölgede günümüze kadar ulaşan birçok apartman, sinagog, iş yerleri yaptırılmıştır. Kamondo ailesi gibi kendi ile özleşen bazı bölümlerde halen kullanılan han, geçit, merdiven gibi yapıları görmekteyiz. Hatta bugün Şair Ziya Paşa Yokuşu olarak bilinen yokuş bir dönem “Yahudi Yokuşu” olarak anılmaktaydı.


GALATA MEYDANI’NDAN ÇIKTIK YOLA...
Gezimizin bu haftaki bölümünde Galata Meydanı’ndan başlayıp, Galata Kulesi Bölgesi’ne kadar geleceğiz. Aslında gezi programında görülecek o kadar yer var ki bütün bir pazarınızı sıkılmadan bu semtte geçirebilirsiniz. Öncelikle şimdileri Metro istasyonu bir zamanların Sarı Madam Çay bahçesi olan bölümle geziye başlayabilirsiniz. Ardından Büyük Hendek Sokağa girmeden Beyoğlu Musevi Lisesi binasını gezebilir, daha sonra Neve Şalom’a doğru devam edebilirsiniz. Neve Şalom çıkışı, sağ sokağa girip İtalyan Sinagogu’na buradan da Galata Kulesi’ne doğru yürümeye devam edersiniz. Kulenin tepesinden İstanbul’a baktıktan sonra solda bulunan Serdar-ı Ekrem Caddesi ya da eski adıyla Yazıcı Sokağa girip Kamondo Han ve Doğan Apartmanı’nın size sunacağı gizli hazinelerle tanışabilirsiniz. Buradan bir aşağı sokağa Barınyurt ve meydandaki taşlı yokuştan inerek Aşkenaz Sinagogu’na varırsınız. Sinagog çıkışında sıra, Kamondo’ların evi olan Galata Residence’a gelmiştir. Terasta bir atıştırmalık sonrası eğer görülecek bir sergi varsa da Schneirdertemple’a uğramayı unutmayın. Gezinin sonlarına yaklaşırken sizi Voyvoda Caddesi’nin girişinde Kamondo Merdivenleri karşılar. Buradan sola ve aşağı doğru devam ettiğinizde de Zülfaris Sinagogu – 500. Yıl Vakfı Türk Yahudileri Müzesi karşınıza çıkacaktır. Bu sırayla yapıp da halen öğleni bulup acıkmadıysanız o zaman aynı sokaktan yukarı Beyoğlu Göz Hastanesi Binası ve Osmanlı Bankası Müzesi’ne de uğramadan turu bitirmeyin. Gelin şimdi gezinin en başına dönelim…

‘SARI MADAM’
Bir zamanlar Galata Meydanı’nda Kasımpaşa’ya inen yokuşun köşesinde “Sarı Madam” adında bölgedeki Yahudilerin uğrak yeri olan bir çay bahçesi varmış. O zaman gençliğin okul öncesi ve okul sonrası da kaçamak yeriymiş bu mekân. Kimilerinin ilk sigaraya başladığı, kimilerinin ilk kez kız arkadaşı ile gelip etrafa hava attığı kimilerinin ise Sarı Madam’a konuşarak bir kız ayarlamaya çalıştıkları yermiş. Şişhane Yokuşu’nun başındaki o ağaçlık yer çoktan yıkıldı ve günümüze  sadece Rum Sarı Madam ve hikâyeleri kaldı. Okçu Musa Caddesi’ne girmeden meydanın üst kısmında bizi 6. Daire binası karşılıyor, İstanbul’un ilk modern belediyesinin, 150 yıllık İstanbul’un incisi Beyoğlu’nun planlandığı yer. Okçu Musa Caddesi’nde bir dönem “Kaşer” adında kaşer mamuller satan bir pastane varmış, daha sonra adı “Serpil” olarak değişmiş, bir süre sonra da cemaatin uzaklaşması ile o da Osmanbey’e şubesini taşımış.
Gelelim Musevi Lisesi’ne, okul ilk olarak Yemeniçi Sokak’ta “Midraşa Yavne” adı ile Bene Berit Derneği, Josef Niyego ve Dr.David Markus’un girişimleri ile kurulmuş. Musevi Lisesi bugünkü modern yerine gelene kadar birkaç sokak değiştirip en son 1940’ta Şişhane’deki Mektep Sokak’taki binasına geçmiş. Ulus Özel Musevi Lisesi adını alana kadar da bu adreste Beyoğlu Musevi Lisesi olarak öğretime devam etmiş. 1. Karma Okulu bir dönem Neve Şalom Kültür Merkezi’nin bulunduğu binada eğitim verirken şu anki Barınyut Binası’da 2. Karma olarak cemaatin ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyormuş. Bu arada Büyük Hendek Sokak’taki Apollon Sinagogu ise Yıldırımspor Basketbol salonu olmuş ve Musevi Lisesi öğrencileri beden derslerini uzun bir dönem burada yapmışlardı.

NEVE ŞALOM - BARIŞ VAHASI
Şu anki Neve Şalom Sinagogu’nun bulunduğu bölümde ise 16.yüzyıldan kalma Aragon Sinagogu’nun bulunduğu söylenir. O dönem sayı olarak yetersiz kalan sinagogların yanında görkemli bir sinagog ihtiyacını karşılamak için 1951’de hayata geçen bu yapı; Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ne çizdirilmiş İngiliz cam vitrayları, 8 tonluk avizesi, dev kupolu ile yaşadığı talihsiz terör eylemlerine rağmen halen cemaatimizin en görkemli sinagogudur.   Barış Vahası demek olan Neve Şalom’un açılışında dönemin Hahambaşı Rafael Saban “ Bu sinagog zengin ile fakirin, cahil ile bilgenin eşitlik içinde olacağı bir mekân olsun” demiştir.

GEÇMİŞİ GELECEĞE TAŞIMAK
2010 Avrupa Kültür Başkenti yılına girerken Galata’da hem kültürel, hem de çevresel faaliyetleri ile kendini yeniliyor, tarih tekrardan canlanıyor. Keşke o adını saydığım insanları o yaşanmışlıkları da eksiksiz saklayabilsek, ama binaları saklamakta zorlanıyoruz nerede hikâyeler… Şu aralar değeri milyon dolarları bulan sayısız yeni rezidansların, otellerin semti olma yolunda gidiyor bir zamanların Galata’sı. Etrafta çoğunluğu turist birçok yabancı bu zenginliğe ya bir ev tutarak, ya da burada konaklayarak ortak oluyor. Umarım bu değişim olumlu sonuçlar verir ve bu semtimiz kimileri gibi “Bir zamanlar biz burada …” diye başlayan cümlelerin semti olmaz. Fondaki şarkının sonlarına geliyoruz, Chevrolet’den inip yeni yerleşimlerimiz Ulus’un, Kemerköy’ün yolunu tutmanın vakti geldi. Bana sorarsanız Galata’yı dinlemek sadece bir semtin çalkantılı hikâyesini dinlemek değil aynı zamanda bir İstanbullu olarak neler kaybettiğimizin acı bir bilançosunu anlamak ve eski kuşaklarımızın nasıl aşklar yaşadığını görüp biraz hüzünlenmektir. 

PEKİ KİMDİ BU GALATA’DA YAŞAYAN YAHUDİLER?
Peki kimdi bu Galata’da yaşayan Yahudiler? Hangi işlerle uğraşırlar, nasıl bir hayat sürerlerdi. Bu soruyu sorduğumda aldığım cevap her şeyde olduğu gibi o zamanların şimdiden çok farklı olduğuydu. O zamanlardaki aşk da sevgi de kavga da sanırım çok daha masum ve doğaldı. Seneler evvel rol aldığım “Kula” oyunu bile aslında bize bunu gösteriyordu. Durumu iyi olmayan aşık Mando’nun doktor rakibi karşısında aşkına karşılık bulamayışı ve çektiği acı. Her şeye rağmen beraber yaşamaktan vazgeçmeyen Kasap Dalva’sı, Kasap Nesim’i, lakerdası ile ünlü Balıkçı Avraam’ı, Kaşer  Şarküteri Yom Tov’u, ünlü dahiliyeci Dr.Uzdil’i, okulun da doktoru olan Çocuk Doktoru Çiprut’u, radyo tamircisi Mordo’yu, Kırtasiyeci Eliezer’i ve Manav Nesim’i ve birçoğunu artık arasak da bulamayız. Onlar da zamana uyup Galata’dan çoktan gittiler. Hem bu Galata’da Yahudiler hiç mi üzücü olaylar yaşamadılar? 1927 yılında Galata’da  22 yaşındaki Elza Niyego isimli kızın aşkına karşılık vermediği emir Subayı tarafından öldürülüp, cesedin saatlerce sokaklarda bekleyip, suçlunun kısa süre sonra serbest kalması o dönem tarihe “Niyego Olayı”olarak geçmişti. Bölgedeki diğer azınlıklar gibi Yahudiler de “Vatandaş Türkçe Konuş” ile başlayan kısıtlamalardan nasiplerini almışlardı. Elza’nın cenazesine binlerce kişi katılmış, her bir ağızdan “Adalet istiyoruz”  diye bağırılmıştı.

Mois Gabay, 20 Ocak 2010, Şalom Gazetesi